İLYAS ORAK'LA YENİ KİTABI "ÖLÜPHANE KUŞLARI" ÜZERİNE...

ARZU ALTINÇİÇEK SORDU, İLYAS ORAK YANITLADI

"Serbest Düşme Şiir Akşamları" adı altında çeşitli mekanlarda 432 adet program yaptın. Fırsat buldukça bu toplantılarına katılmış biri olarak soruyorum: 15 yıl sonunda finalini yaptığın bu toplantıların senin için ne ifade ediyor?

2004 yılı mart ayında başladığım Serbest Düşme Şiir Akşamları programı, daha önce manifestosunu kaleme aldığım edebiyat-koop deneyimimin maddelerinden birine atıfta bulundu. Şiirin başıboş romantik bir refleks olmadığı savımı desteklemek için yerçekimi ivmesinin sabiti olan serbest düşme formülünü ironik bir biçimde programın adı yaptım. Program afişlerinde uzun zaman (g=2xh/t2) formülünü kullandım. İzleyicilerin doğaçlama belirlediği konu başlığını oylamayla tartışmaya açmak ve toplantıyı yönetmek benim işimdi. Ben dahil toplantıya katılanların hiçbiri o akşam, şiire dair hangi konunun konuşulup tartışılacağını bilmezdi. Poetik bilgi birikimimin gelişmesinde ve şair kimliğimin ortaya çıkmasında 432 programın büyük katkısı olmuştur.

Şiir dünyamızın önemli isimlerini çeken bir programdı. Bir kısmı artık hayatta olmayan bu şair ve edebiyat adamları okula gider gibi her hafta gelir masada yerini alırdı. Çok değerli anıların olmalı.

Hepsini saygıyla anıyorum. Yazılarını, şiirlerini, kitaplarını tanıdığınız kimselerle uzun yıllar aynı masada oturup hasbıhal etmek, şiirler okumak onları kaybettikçe daha farklı bir değer, daha fazla hüzün bırakıyor. Saygı sevgi bir yana, zaman zaman bu değerli edebiyatçıların yazdıklarını masaya yatırır acımasızca tartışırdık.

Yaptığın röportajlar, yazdığın makaleler, manifeston, panel konuşmaların ve söyleşilerin var ama hiç seninle yapılan bir röportaj yok. Bunun nedenini öğrenebilir miyiz? 

TV-Radyo söyleşileri oldu. Oluyor da. Kıyıda köşede bazı dergilerde değinenler de oldu. Röportaj yerine benden yazı ve şiir istemeyi tercih ettiler. Dergiler, zannedildiği gibi o kadar önemli misyon taşımıyorlar. Bunu, zaman zaman dergi dergi seri şekilde yayınladığım tartışmaya açık konuların cevap haklarına gösterilen duyarsızlıktan anlıyorum. Örneğin Sabahattin Ali’nin “Serserinin Ölümü” şiirinden etkilenen Necip Fazıl’ın en bilindik “Kaldırımlar” şiirini ortaya atıyorum. Tepki yok! Ya da Üslup ve Tutum Bağlamında Folklor başlığı altında “Folklor Şiire Düşman” mı değil mi sorguluyorum; havada kalıyor. Bir edebiyat dergisi adına ilk benimle konuşanın, adı herhangi bir edebiyat grubu ya da ahbap-çavuş anlayışıyla anılmayan bir isim olan Arzu Altınçiçek olması benim için ayrı bir değerdir.

Kitaptaki şiirler içinde en uzun sürede yazılan ya da seni en çok zorlayan şiiri ve oluşum sürecini anlatabilir misin? 

Bu sorunun yanıtını gerçekten bilemiyorum. Bazı şiirlerim bir çırpıda, içimdeki bir sesin fısıldayarak bana yaktığı dizelerle arka arkaya geliyor bazen. Haftalarca o dizelerle yaşıyorum. Parklarda yürüyüş yapıyorum ileri geri. Şiir ezberimde yerini alıyor. Kâğıda dökmek işin en son kısmı oluyor. Bazı şiirlerimde ise, bir zamanlar adeta ezbere bildiğimi hatırlar gibi tek seferde sözlüyorum. Bazılarında ilk dize ile uyanırım günlerce. Sonra, üçüncü ve dördüncü ile koşuya katılan ikinci dize gelir yerini alır hemen. Hepsi kendi yerini bilir.

Kitap, ismini Aksak Irmağı adlı şiirindeki bir sözcükten almış. Bu şiirde bana en çok dokunan yer “şimdi beni bir beyaz mermer büyütür” dizesi. Başkalarını bilmem ama ben bu dizeyi okurken büyümüşlüğümden arınıp, annemin mezarı başında çocuk olduğumla yüzleşiyorum. Her dize annesizlik kokuyor ve doğal olarak da okuyan kişi Aksak Irmağı’nda boğuluyor.  Sence annesizliğin acısını bilmeyene aynı duyguyu veriyor mudur bu şiir? 

Cemal Süreya babasının ölümü ile ilgili şiiri yazdığında babası yaşıyordu. O şiirden altı yıl sonra babası ölmüş. Aksak Irmağı’nı da annem okudu. Şiirin sadece bir refleks olmadığının kanıtı olsa gerek bu söylediklerim. Aynı duyguyu verip vermeyeceği konusunda fikrim yok. Belki biraz Çocuk ve Allah, belki biraz Ahmet Haşim’in annesine duyduğu hasret. Hepsinin toplamı belki de.

Bazı şiirlerde halk şiiri tadı varken bazılarında ise dini kavramlara yer verilmiş; seccade, tespih, takke, hatim, ezan, abdest, umre, cami, rahman, rahim, vahiy, dua, sünnet, cennet, kıyam, peygamber, tanrı... hatta kitabın ilk şiirinin ilk dizesi “ben bir ayet yazdım”, dini inanca dayalı kelimelerin şiirdeki estetiği ve derinliği hakkında ne düşünüyorsun? 

İlk ezberim, iki dilin bir arada konuşulduğu çocukluk evimde Kürtçe ve Türkçe halk türküleri ile tekerlemeler, ikincisi ayet ve dualar. Her ikisi de insanlık tarihi kadar eski olan estetiği getirip içimize kadar sokar. Birincisi diliyle, kültürüyle genetik yapısı ile bizden olandır. İkincisi ise ithaldir. Bize ait olmayan bir dilin hayat-ölüm felsefesini baş sorunumuz haline getirmiştir. Bin yıl da geçse ithal olan hep yabancı kalacaktır bizde. Batının kendi şiir formunun en eski kaynaklarında poetik bir tutum olarak yabancı sözcüklerin rolü epik değer taşır. Benim şiirimde ise, bilinçli bir tercih olarak liriktir. Ölüphane Kuşları tematiği içerisinde yer almamış epik şiirlerim de var. Keskin bir ironi ile bu şiirleri lirikten ayırmayı tercih ederim.

Ölüphane, gökmüşkülümler, huygarlık, rendegöz, ölüm sürücüleri gibi yeni kelimeler var. Ölüp, genelde Türkmen ve Azerilerin kullandığı bir kelime. Ölüphane nasıl çıktı? Gökmüşkülümler ise okurken sesi ve dili zorlaştırıyor, bunu özellikle mi istedin? Bunun yanı sıra, dilimizde pek güncel olmayan bazı kelimeler var şiirde. Ferma’yı ilk kez duydum mesela, Belemir bitkisini de. Sözlükten baktığımda birinin ilgi alanıma girmeyen avcılığa dair olduğunu, diğerinin de başka isimle bildiğim bir çiçek olduğunu gördüm. Şiirin bir üst dil olduğunun kabulünürlüğü ile yine de sorsam, az kullanılan kelimelere şiirde yer vermeye neden ihtiyaç duydun? 

Yangın sözcüğünün karşısına “söngün” sözcüğünü koyuyorum. Yangın sonrası yanan şeylerin durumu hakkında en doğru sözcüğü bulmuş olmanın heyecanını yaşıyorum önce. Günlük dil, kullandığı kavramların zenginliği ile ölçülür. Teknik dil de öyledir. Şiir ise bir üst dil olarak sözcüklerin hem sessel değerini hem de sentaks değerinin önemini gözler önüne serer. Ölüphane sözcüğü, tek başına durunca mezarlık gibi algılanabilir. Oysa mezarlık değildir. Mezarlık olmamakla beraber, çağrışımını yaptığı anlamlardan biri olan mezarlık kavramının bile sorgulanmasına davet eder okuru. Şiirimde hiçbir sözcüğün karşılığı başka bir sözcük olamaz. Anlamlar, sezgiler, imajlar ve durumlar ilişki halindedir.

Birden kuşlar karşımıza çıkıyor. Merasim kuşları, inziva kuşları var. Göç, yalnızlık, gurbet gibi çağrışımları düşünürsek, kuşlar ve ölüleri senin şiirinde birbirine bağlayan nedir? Bir bildiği olmalı kuşların ölüm’e dair demişsin? 

Bilemiyorum. Hayat dediğimiz kavram ve ölüm dediğimiz kavram arasında türlü türlü kanat çırpmaları var. Ötmeleri ve suskunlukları var…

İsa’nın çarmıha gerilirken Tanrı’ya seslenme hikayesinde karşımıza çıkan “eli eli lama sabacthani” bu kitapta eli eli lama sabahattin âli olarak bir ses oyunuyla karşımıza çıkıyor. Kaldı ki normal giden bazı şiirlerinde de kelimenin anlamını yitirip, o kelimelere başka anlam yüklediğin ama daha çok da ses oyunlarıyla okuru baş başa bıraktığını görüyoruz. Bu bir tesadüf değil, ince düşünülmüş, zekice bir üslup. Sence bu okurun zihninde doğru yeri bulmuş mudur? 

Doğru yeri bulduğunu düşünüyorum. Eşsessel çeviri oyunu var aslında burada yaptığımda. Arkaik kaynak ise, İsa’nın beklemediği bir durum karşısındaki şaşkınlığıdır “Baba beni neden terk ettin?” Babası faili meçhul kurban olan her çocuk İsa’nın durumundan daha az dramatik değildir. Tarihe ve dine dair meselleri günümüzdeki karşılığına denklersek, diyalektik kavrayışa sahip olabiliriz. Dinin sadece bir inanç sistemi olmadığını ancak benzer doğruların eşleştirmesi ile bulabiliriz. Şiir bunu kendince yapar. Dört dize ile koskoca bir din tarihini yerle bir edebilirsiniz.

Elbette şiir yazmak beklentisiz bir uğraş. Yine de kitabın ilgi görmesi, yeni okuyuculara ulaşabilmek mutlu eden bir son. Biz toplum olarak genelde eleştiri yapmaya meraklı ama eleştirilmeye tahammülsüz yapıya sahibiz. Karınca Türküleri ve Ölüphane Kuşları için aklından geçmeyen eleştiriler, sorular aldın mı? Mesela sevgili eşin Belgin şiirlerin için tarafsız bir eleştirici mi? Ölüphane Kuşları kitabı için seninle paylaştığı düşünceleri oldu mu? 

Yakın çevremin ve şiirle mesafeli olan kesimin övgü dolu sözlerini “iyi niyet” çerçevesinde değerlendiririm. O kadar. Belgin’in felsefe hocası olması, özelde poetik, genelde sanat üzerine yaptığımız sohbet ve paylaşımlar keyif vericidir. Dünyanın en iyi şairiyle evli olduğunu söyleyen bir kadının şiir görüşüne değil aşkına saygı duymak gerekir. Edebiyat çevresinin benim şiirimle ilgili kulağıma gelen övgü dolu sözlerini de eleştirilerini de dikkate almam. Dikkate alacağım tek biçim yazılmış olandır.

“Bir şiirle yaşamaktır kız babası olmak” Şair bir baba olmasaydın, bir kız babası olmayı ya da baba olmayı nasıl tanımlardın? 

Şairlikle uğraşıyor olmasaydım, kız evlat olgusuna haksızlık yapan Shakespeare’in yerine koyabilirdim kendimi. Kral Lear’i de başka bir yorumla okurdum sanıyorum.

"Baba" figürü bazı şiirlerde karşımıza çıkıyor. İçsel bir sesleniş, anma ihtiyacı mı? 

Büyükbabasına baba, babaannesine anne diyen; gurbetçi bir baba çocuğu olarak ergen yaşımdan sonra babamı tanıdım. Feodal bir yapı içinde babam hem yarı ağabey gibiydi hem de amca yarısı kadardı. Baba kavramı bende anne kederinin kaynağı olan eksikleri olan bir kavramdır.

Otuz üç kurşun tarihte farklı olayların acı yüzü. Sayısal olarak tesadüf olması mümkün değil. Ahmed Arif’den sonra otuz üç kurşunun senin şiirinde karşımıza çıkma sebebi nedir? 

“Boşluğa yazılmıştır” adlı şiirimde geçiyor. Süreya’nın Ülke şiiri ve Dağlarca’nın Çocuk ve Allah’ı da var orada. Bu üç şairin şiirini malzeme edip kendimi de içine kattığım, ülkemizdeki insan kaderinin acı gerçeğini, işkencelerden, darağaçlarından süzüp Berkin’in martı kanadı kaşlarına uzatan boşluğu, boşunalığı yazdım. Değişen bir şey yok!

 “Afrikanın en temiz pislikleri elbet

Ganj’ın aşkında temizlenir”  dizelerinin açılımını tarif etmeni istesem, temiz pislik dediğiniz nedir ki, milyonlarca Hintlinin ölü küllerinin, inek tezeklerinin olduğu bir nehirde aşkla arınabileceğini düşünüyorsun? 

Şiirin akıl dışı, saçma durumu burada zaten. Afrika’da Ganj’ın işi ne? Ganj’da duygusal bir arınma var. Nil ise bıçağa hevesli, çıkıp çıkıp adam kılığındaki kardan adamlarla beslenen bir deli kız. Afrika’da karın ne işi var? Ra ise, yanlış bir aşk ile kendisini sürekli aldatan Nil’in sularına kaptırmış bir aşık Tanrı. Aşk, ihanet ve arınma üçgeni daha çok su kaldırır.

İntihar eden şairler içinde neden Yesenin’i seçtin? 

Belki de yalnızlığı. Belki de annesi yaşındaki sevgilisi İsadora ile olan aşkı. Sonrasında İsadora’un yazgısı. Çocuktum. Annem, tahammülü tükendiğinde “öleyim de kurtulayım” derdi. Sabaha kadar uyumazdım. Annemin gece kalkıp bahçedeki kömürlüğe kendisini asacağı düşüncesini aklımdan çıkaramazdım. Sabaha kadar dua ederdim annem ölmesin diye…

Sence yazım dünyasında şairlerin intiharı seçmelerinin, intihara meyilli olmasının sebebi nedir? 

Şairlerin intiharı daha güçlü olan dramatik bir yankı getiriyor sadece. İntihar herkesin ihtimali dahilinde değil mi? Bazı şairlerin intiharı şairliklerinin tescili olmuştur oysa. Şiirlerine büyüteç ile bakılmasına neden olmuştur. Şiir yazan biri intiharı seçmişse, doğal olarak, “intihar eden şairler antolojisinde” yerini alır. Tüm antolojiler gibi bu tema ile yayınlanan antolojilerin de şiire katkısına inanmam. Ticari kaygı vardır. Sanal alemde kendileri ile yazışmaktan keyif aldığım, beğenerek yazı ve şiirlerini okuduğum; canlarına kıymış Özge Dirik ve Kaan Turhan’ı böylesine ticari antolojilerde görmek benim canımı acıtır.

Haiku şiirleriniz de kitapta yer almış. Haiku’yu kendi kaleminize yakın buluyor musunuz? Bu türde denemeleriniz devam edecek mi? 

Bizdeki maninin sessiz lirik hali gibi geliyor bana. Bazen karalıyorum. Şiirimde figüran misafir olarak devam edebilir. Belki ben de bir gün sevgili ağabeyimiz Ahmet Necdet’in 75 numaralı haikusu gibi (ölen her çiçek / bir soru işareti / kış mı gelecek?) bir haiku yazarım kim bilir…

Alışıldığın dışında bir şiir kitabı çıkardın. Aşk şiiri gibi görünen şiirlerini bile acısı ölümden büyük olan ayrılık teması ile yazmışsın. Şiirlerin tamamı ölüme ilişkin. “Ölülerin konuştuğunu ağaçlardan anlıyorum” demişsin. Ölüm ve sonrası hakkında ne düşünürsün, ölüler konuşur mu? 

Adamın biri ölülerle konuştuğunu söylerse, insanların çoğu bu adamın akıl hastası olduğunu düşünür. Bense azınlıkta alırım yerimi. Adamın konuştuğuna inanırım. Ölülerle konuşan çok insan gördüm. Ama ölüler adamla konuşuyor mu asıl mesele budur. Değerli ağabeyim H. Hüseyin Yalvaç, geçen sene on kasımda kaybettiği eşi ile konuşmak için her gün mezarlığa gidiyor. Eşi de onunla konuşuyor mu bilemem. Ama o biliyordur. Babaannemi kaybettiğimde tabutun içinden kendi ağıtını duydum. Ben konuşmadım. Öyle bir iddiam yok ama bana uzun uzun seslendi.

Moliere, Kafka, Shakespeare, Beethoven, Mozart, Da Vinci, Van Gogh, Rodin, Michelangelo, benzeri ülkemizde evrensel üretim oluşumu var mıdır? 

Bu isimlerin ürettiklerine bakacak olursak, şiir ve müzik dışında tamamının kültür olarak bize uzak olduğunu söyleyebiliriz. Şiir ve müzikte Anadolu ve Mezopotamya’nın bize bıraktığı mirası zenginleştirdik. Dünya üzerinde benzeri görülmemiş bir folklora sahibiz. Çeviri şiirleri yücelten şiir snoblarının ağızlarını bir güzel çalkalayıp, Sumerli Enheduanna’dan başlamalarını, hemen ardından Türk şiirinde Aprın Çor Tigin’den günah çıkarmalarını öneriyorum.

Üstü örtülü bir erotizm var. Estetik ve silik kullanıldığında şiire yakıştığı fikrindeyim. Türk şiirinde erotizmin fazla yer almaması toplum tabularına mı dayanıyordur? 

Üstü örtülü olduğu için erotik zaten. Geleneksel şiirimizde ve söyleyiş biçimlerimizde fazlasıyla kodlanmış olarak var. Örtülü olarak. Pornografik yazanlar da var şiirimizde. Ama bu yola girenler mastürbasyon yaptıklarını kabul etmek zorunda kalacaktır.

Kitabın baskısı çok özel. İsmin ve şiirlerin çağrıştırdığı mateme mi bağlı kapak ve sayfalarda siyahı tercih etme sebebin? Sanat duayeni grafiker Metin Acar ile çalıştığını biliyorum. Tasarım aşamasında müdahil oldun mu?

Siyahın asaletinden yararlanmak için siyah baskıyı ben istedim. Tasarımın her tür detayını yakından izledim. Katkılarım oldu. Sekiz yıldır beraber çalışmanın getirdiği ortak bir dili rahatlıkla konuşuyoruz Metin Acar ile. Tipografi, montlar ve tabii ki baskı istediğimiz sonucu verdi bize.

Ankara, Diyarbakır ve İstanbul şiirseverlerle sizi ve Ölüphane Kuşları’nı yüzyüze buluşturan şehirler oldu. Kitap fuarında oldukça yoğun bir ilgi gördüğünü duyuyorum. Özellikle gençlerin şiire ilgisini nasıl değerlendirirsin? Bu üç şehirde gözlemlediğin okur profili nasıldı? 

Ankara, fiziki koşulların gadrine uğradı. Diyarbakır’da meslek sahibi bir okur kesimi ile buluştuk. İlk fuarımızdı. İstanbul ise, ortaokul ve lise ağırlıklı öğrencilerin yoğun ilgisini gösterdi kitaba. Yayın dünyasında yazar-yayıncı olarak geçimini sağlayanların görmezden gelmeye çalıştığı, şiir okurunun sarıldığı bir kitap oldu fuarda. Kuşkusuz ki, tasarımın önemi bir yere kadar. Asıl önemli olan ise, okurların geri dönüşleri, şiirleri ve kitabı duyurma çabaları. Asıl sevindirici olan bu.

Bilgisayar kelimesi bir şiirde estetik durmasa da, geçtiği Dilistan şiirinin akışı ve seslenişi diğerlerine göre farklı. Sanırım en çok da bu seslenişi kendime yakın gördüm. Hangi şiirde kendini ya da birikmişliğinin özetini görüyorsun

Böyle bir ayrım yapamam gerçekten. Bu benim karışamayacağım bir konu. Bana “ellerini mi ayaklarını mı daha çok seviyorsun?” demek gibi bir şey bu.

www.ilyasorak.com  belki de yıllar önce açılması gereken sanal bir pencereydi. Şimdiye kadar buna ihtiyaç duymadın mı?  Orayı bir biyografi sayfası olarak mı, kaynak bir sayfa olarak mı yaşatmayı düşünüyorsun?

İhtiyaç duyduğumu yıllardır hissediyordum. Bu adres, özellikle dergilerde yayınlanmış ya da yayınlanmamış tüm poetik yazılarımın kaynak adresi olacak. Amacım, bu yazılarımla okura ulaşmak.

Edebiyat Kooperatifi için bir manifesto yazmaya neden ihtiyaç duydun? Yola çıktığın arkadaşların neredeler? Neden bitti? Şiir yarışmaları ve ödülleri karşısındaki tutumun?

O dönem birlikte yola çıktığım arkadaşlarımla görev dağılımı yaptık. Bu görev bana kaldı. Manifestosuz bir dergi olmamalıdır. O dönemden o manifestoya sadık kalan tek yoldaşım Sesim A. Erozan’dır. Benzeri az görünür iyi bir okur, iyi bir edebiyat takipçisidir. Şiirimizde başarılı örnekler vereceğine inandığım Doğan Kılıçkaya’yı erken yaşta kaybettik. Kabuğuna çekilen Gülcemal Durdu ise, Ataol Behramoğlu’na Enver Gökçe Ödülü verilmesinde rol oynayarak manifestomuzun kolektif iddiasına ihanet etti. Şiirini de tekrarlarla kuruttu. Yarışmalara karşı olan kurumumuz, yarışma yapar gibi davranarak, önceden belirlenmiş olan Behramoğlu’na bu ödülü verdi. Ataol Behramoğlu’nun bu senaryodan haberi olmadığını Mustafa Öneş’in itirafından da biliyorum.

Son olarak ülkemizdeki ezilenlerin ve azınlıkların acıları hakkında ne düşündüğünü sormak istiyorum.

İdris Küçükömer “Türkiye’de sağ soldadır, sol sağdadır!” der. Ben de ülkemizin çoğunluğunun azınlıktan ve ezilenden oluştuğunu düşünüyorum. Azınlık olma duygusunun altında ezilme duygusunu taşıyamayan çoğunluk kendisini azınlık saymıyor. Bunun kanıtı yüz yıldır değişmeyen %65 blok sağ. Çoğu kendini Müslüman sayıyor en başta. Azala azala çoğalıyoruz. Belki de şiirimizin bitmez kaynağı tükenirken çoğalmayı öğrenmiş olmamızdandır. Yana yana küllerinden kendisini yaratan Anka gibi…


 

Berfin Bahar - Ocak 2019 / 251. sayıda yayınlandı.