KANDİL IŞIĞINDA EL FENERİ YAPAN HOŞGÖRÜ ŞAİRİ AHMET NECDET / İNCE DİVAN
 
 
 
“Toplu Şiirler”e Tekli Bir Bakış
 
Ömrünü şiire adayarak, yaptığı çevirilerle yazın dünyasına çok önemli katkılar sağlayan  Ahmet Necdet, “İnce Divan” adı ile kendi şiirlerini yayınladı. 264 sayfalık bir kitap olarak hazırlanan Toplu Şiirler, Adam Yayınları’ndan çıktı. Uzuneşek, Ne Çok Enkaz, Sana Bunca Yangından, Gün Yüzleri, İnegöl Hey İnegöl, Kün, Ay Kasidesi, Zümrüt Longa, Aşk Ey, Haiku Kuşu adlarıyla daha önceden bildiğimiz kitaplarını bir arada topluca okuma olanağı veren “İnce Divan”  Ahmet Necdet ile ince bir şiir yolculuğuna çıkarıyor okuru. Bu yolculuk, bende iki katlı bir düşün kurulmasına neden oldu: Atatürk Bulvarı’ndan fayton ile geçiyorum ve geçerken, Lale Devri’ne son model bir otomobil ile girmeyi düşlüyorum.
Behçet Necatigil’in  “ölçülü, hesaplı, dengeli ve her şeyden önce dolu” diye tanımladığı A. Necdet şiiri, emniyetli bir coğrafya gezisinin az bulunur bir tadını yaşatıyor.
 
Kitabın giriş bölümünde Öndeyiş Ya da Şiir Üzerine İleri-Geri Düşünceler başlığıyla A.Necdet’in on sekiz maddede ele aldığı açıklamasını okuyoruz. Üç maddedeki görüşü, A.Necdet şiirini okumamıza yardımcı olabilir gibi görünüyor: 
 
 “Anlamsız şiir olur mu? Anlamla sezgi aynı şey değilse niçin olmasın?” (s.10)
 
Burada, değilse sözcüğünün yerine olmadığına göre mi olacak? Öyle ise, anlamsız olan ile sezgi arasındaki ilişki anlatılıyor. Demek ki A.Necdet şiirinde anlam aramak doğru olmaz. Anlam, olmazsa olmazı değil A. Necdet’in.
 
 “Şiir yorumlanabilir mi? Elbette! Ne var ki çözümleme, şiire yapılan saygısızlıkların en büyüğüdür.” (s.10) 
 
Bu ifade ile A.Necdet’in Rainer Maria Rilke gibi, sanat eleştirmenlerinin çözümleyici yaklaşımlarından rahatsız olduğu anlaşılıyor. Her ikisi de yorumlamayı olumlarken, eleştirinin ölçülerini sınırlamaya çalışıyorlar. Sanat eleştirisine bakışlarında paralel bir yaklaşım var.  Rilke, “Genç Bir Şaire Mektuplar” adı ile ülkemizde yayımlanan kitabında, mektup arkadaşı Franz Xaver Kappus’a estetik-eleştirel yazıları elden geldiğince az okumasını, böylesi yazıların ya belli bir tarafı tutan görüşleri yansıttığını, ölü katılıkları içinde taşlaşmış ve anlamsız nitelik taşıdığını ya da ustaca dizilmiş söz oyunları olduğunu yazmaktadır. Eleştirinin, “bugün savunduğunu yarın reddettiğini” söyleyen Rilke, sanat yapıtlarına eleştiri ile değil, sevgi ile yaklaşılmalı demektedir. R.M. Rilke ,“Genç Bir Şaire Mektuplar” (Çev. Kamuran Şipal - Cem Yayınevi) 
 
Eleştiri, sanatın anası mıdır, babası mıdır,kardeşi midir, neyidir? Eleştiri bir sanat dalı mıdır, zanaat mıdır? Bu satırlarda, eleştiriyi sanatla bir tutmadığımız gibi, birini yek diğerine de üstün tutmak gibi yararsız tartışmalardan uzak duracağımızı da belirtmeliyiz. Yoksa, her sanatçı önce eleştirmendir. Adım adım, sindire sindire eserini tamamlamaya çalışan, eserinde duygusal ve düşünsel düzeltme yapan; eserinin kelam olmadığını vurgulayan her sanatçı, öncelikle kendi eserinin eleştirmenidir. Öyle de olmak zorundadır. Peki, eleştirmen için aynı şeyleri nasıl söyleyebiliriz? Burada belirtilmesi gereken, eleştirmenin sanatçı olmak zorunda olmadığı, sanatçının ise, doğa karşısındaki eleştirel tutumunu, kendi eserlerinde kat be kat ortaya koyabilmesi açıklığıdır. Bütün doğayı imgeleminde değiştiren bir sanatçı, bütün bu doğa katliamından sonra, nasıl olur da kendi yazdığı bir şiiri ve kendisini dokunulmaz ilan edebilir? Sevgi ile yaklaşacağımız şeyin sanat eseri olup olmadığına kim karar verecek? 
Neyse, A. Necdet, sevgi ile yaklaşmaya karar vermemizde bir an bile tereddüt etmeden ele aldığımız bir şair. Şair gibi şair. Hem gazellerinde, hem de diğer şiirlerinde, hayat ile, olan-biten ile, her şey ile empresyonist bir ilişki kurduğu ve bu ilişkiyi zaman zaman ironi ile yoğurduğu göze çarpmakta. Gazellerinin son beyitinde kendi adını da anarak bu ironi oyununa katılıyor. Bağırmıyor, çağırmıyor. Derûnî bir hoşgörü ile çelişkin ögeleri de ölçü ile dengeliyor. Divan şiirinin birikimi ve terbiyesi, A.Necdet şiirinin katarını lokomotif olarak coğrafya coğrafya sürüklüyor.
Bazı şiirleri ele alacak olursak, Ne Çok Enkaz adlı bilinen ünlü şiirden başlamak doğru olur. Son dizeleri  “ne çok enkaz” diye biten sekizer dizelik beş kıta ile yazılmış. Her kıtanın ikinci dizesi ise, sırasıyla, “galiba”, “sanırım”, “her halde”, “elbette”, “mutlaka”  sözcükleriyle başlayarak, anımsama eylemi, kıta kıta bir kesinleme kazanıyor. A.Necdet şiirinin vazgeçilmez ögelerinden biri olan coğrafya, bu şiirde Bodrum olarak biçimleniyor. Tanınır gibi başlayıp, emin olunan kişi, aslında her hangi bir kişi değil. Çelişkili bir hayatı vurdumduymaz yaşayan gün adamı bir gün görmüş bir kuşak. Bodrum, adeta Doğu ile Batı arasındaki bir yerlemi (koordinatı) geriyor. Merkez üssü Bodrum olan Doğu-Batı depreminin enkazlar yaratan etkisi şair tarafından hissedilirken, depremin muhatapları günlük güzellik işlerinde yaşamlarını epiküryen bir biçimde devam ettirirler. İroni, A.Necdet şiirinin neredeyse tamamında olduğu gibi, çelişkin ögelerin ilişkisi ile ön planda beliriyor. “Viskiyi çok sevip az içmek, yine de en büyük rakı demek”  verilecek örneklerden. Beethoven, Chopin ve Hacı Arif, incesaz arasında batılı düşünüp, doğulu yaşayan enkazlar, sevimli imgelerle sempatikleştirilmiş. Tatlı bir hoşgörüyle şairin şiirine girmişler. 
 
“Biçim mi daha önemlidir şiirde, öz mü? Önemli olan şiirin kendisidir.” (s.10)
 
 A.Necdet biçimin ve özün dışında bir şeyin şiirliğinden söz etmiyor; şiirin salt biçime ya da öze indirgenemeyeceğini vurguluyor. Çirkin Şenay’a Gazel ve hemen ardından gelen Hacı Grigoryadis’e Gazel çalışmalarına baktığımızda, aynı biçem, farklı duygu görülüyor. İlk şiirin gevşetici etkisini, ikincisi geriyor.
 
Gökliman adlı şiirde ilk iki dizede saatin on iki olmakla ilişkisinden söz edilirken, devam eden dizelerde on ikinin imge olarak kullanıldığını anlıyoruz. On iki, üst üste olmanın imgesi. Akrep ve yelkovan gibi. Bunu nereden anlıyoruz: Güneş’in Van Gogh gibi kudurmasından. Olsa olsa sabah ya da akşamüzeri bir saat olabilir. Güneş, öğle saatinde Van Gogh sarısını çağrıştıramaz. 
 
“imam-hatip gözleriyle bir kadın
yüreğini kaybetmiş beni arıyor
yatsam diyorum seninle yatsam
güneş van gogh gibi kuduruyor
…”
 
üçüncü dizede seninle yerine, onunla sözcüğü kullanılsaydı daha doğru olmaz mıydı? Öyle değil mi?
 
“… denizsiz denizlerde” ve “geceyi durmadan kanatıyorum”  dizeleri, şairin özelinden çıkamamış harcıalem sözler gibi kalıyor. Yine Kanape  şiirinde, şairin  özelini genelleyememiş bir durumla karşılaşıyoruz. Kuş ve Kuşadası arasında ilişki kuran şair, kısrak-kanape-kuşadası arasında bir ilişki kurmamış. Yarım kalmış bir şiir gibi görünüyor. Anlam, olmazsa olmazı değilse şairin, mesele yok.
 
A.Necdet’ in şiirinde yağmur, akşam, şiir, şair, cennet ve cehennem  imgesi ve sözcükleri, dikkat çekiyor. Bununla birlikte, A.Necdet sözgelimi, palamut meşesine, kediye, şiir, tırtıla tekerleme yazmıştır.
 
İçinde fazla gibi görünen “aşağı “ ve “eğer” sözcüklerine rağmen, Yılbaşı Sofrası şiirinde, benzeri az bulunur, duygusuz- duygulu bir şiiri ortaya koymuştur: İlk üç dizesi on birlik hece ölçüsü ile yazılmış olan tuyuğu, hece ölçüsünü değiştirerek, sekizlik hece ölçüsüne indirebilir miyiz? 
 
“tavandan aşağı sarkan örümcek (11)
ölüm nedir / bunu nerden bilecek (11)
içimizden biri görmezse eğer (11)
o da bizimle yeniyıl’a girecek” (12)
 
tavandan sarkan örümcek (8)
ölümü nerden bilecek (8)
onu hiç kimse görmezse (8)
yeniyıl’a girecek (7)
 
Son dize de sekizlik olsaydı olur muydu? Olmazdı. Sorun sekizde dokuzda değil, şiirin tadında. Başka bir deneme:
 
tavandan masaya inen örümcek     (11)
ölüm nedir / bunu nasıl bilecek    (11)   
içimizden biri keşke görmese    (11)
o da bizimle yeniyıl’a girse    (11)
 
Hece tuttu, ya şiir? Bu da olmadı. “aşağı” ve “eğer”  sözcüklerinin şiirin anlamını kuvvetlendirmek için konumlandırıldığını, bu sözcükleri yerinden oynatmanın şiire yarar getirmeyeceğini gördüm. Bir de son dizenin neden on ikilik hece ölçüsünde yazıldığını anlayamadım.
 
Kün şiirinde de, elbise sözcüğü hırka yerine kullanılmış gibi:
 
“…
sırtımda bir dervişin yalnızlık elbisesi
şiiri mülk edindim sarmaş dolaş
…”
 
A.Necdet’in İnce Divan’ı tam bir vitrin. Neredeyse her beğeniye göre şiirlerle donatılmış. Kaside, Gazel, Tanka ve Haikular görsel bir şöleni sunuyorlar.
 
75 numaralı Haiku:
 
“Ölen her çiçek
bir soru işareti
kış mı gelecek? “
 
Bir çiçeğin kaderine boyun eğişinin imajından, uzun bir kışa açılan soru işareti. Teslimiyet, yalnızlık ve ölüm. İşte hüzün, işte şiir .
 
Ve Ay Kasidesi:
 
 
15.yy. Divan Şiiri’nin en büyük temsilcilerinden Ahmed Paşa(Bursalı), 70 beyitlik Güneş Kasidesi’ni F.Sultan Mehmed’e sunmuştu. Vezirlik mertebesine kadar yükselen Ahmed Paşa, saray nedîmlerinden birine aşırı ilgi duyduğu için, görevden alındı. “Kerem” redifli kasideyi yazarak padişaha sundu ve idamdan kurtuldu. Ahmed Paşa’nın Güneş Kasidesi, yer yer Ahmed Necdet’in Ay Kasidesi’ni etkilemiş. Yer yer de Güneş Kasidesi’ne nazire yapılmış: 
 
“Geh hamâm-ı mâh-ı tâbâna dakar sîmîn cenâh
Geh düzer sîmurg-ı çarha âteşîn şehper güneş”
(Bazen dolunay güvercinine gümüşten kanat takar, bazen de felek Anka’sına ateşten kanat verir Güneş) Ahmed Paşa
 
“Çokluk bir Üvercinka şekli hiç bozulmamış
Cemal’in yepyeni çingenesidir ay” Ahmed Necdet
(Burada üvercinka’nın güvercin kadın anlamını anımsıyoruz)
 
“…
Gecenin hotozunda bir yaprak bin bir yaprak
Yüz bin altın çiçeğin gümüş küpesidir ay
…”
 
Şairin kırk bir beyitten oluşan bu kasidesi, kandil ışığında el feneri yapmanın en sağlam kanıtı. Bir yanda gelenek(on dörtlük hece ölçüsü), bir yanda da yenilik. Arka arkaya şiirleri okurken, (benim gibi TV çocuklarına TV örneği vermekten başka çarem yok.) sanki TV izlerken arka arkaya kanallar açılır ya kumandaya dokunmadan. İşte her biri ayrı ayrı kanallara açılan şiirlerin akıp gittiği bu kitapta belgeselden hoşlananlar için bir şaheserle karşılaştım ben de. Ay için böyle bir kaside yazıldığını bilmiyordum. Ay üzerinden Somay adlı kadına yazılan bu kaside altı bölüm olarak başlıklandırılmış: İkinci mısraları  “…esidir ay “ diye biten birinci bölüm, ay’ın tanımlanması olarak biçimlenmiş. İkinci bölüm tek beyit:
 
“Bil artık canevimde mayalanmış şiirin
Yalnız nesib’i değil methiyesidir ay”
 
Üçüncü bölüm, ilk mısraları “Sensin” diye başlayan ve ikinci mısraları “…esidir ay”
diye biten sekiz beyitten oluşuyor. Sevilen kadın ile Ay arasında yakınlık ve özdeşlik kuruluyor.
 
Dördüncü bölüm, Latince bir başlıkla adlandırılmış: Mare Tranquillitatis (Sessizlik Denizi) Altı beyitten oluşan bölüm, sanki kasideyi (r)ay’dan çıkarmış gibi. İlk beytin dizeleri kendi aralarında uyaklı: “olduk” ile biten başka bir kaside başlamış adeta. A.Necdet’in biçim hakkındaki önermesini anımsıyorum hemen:
 
“Biçim mi daha önemlidir şiirde, öz mü? Önemli olan şiirin kendisidir.” (s.10)
 
O halde, bu bölümde öze bakıyorum:
Tasavvuf anlatımıyla başlayarak devam eden bu bölümde, Ay ile bütünlenme, tamamlanma hali yansıtılırken, üçüncü beytin ikinci, dördüncü beytin ilk ve altıncı beytin son mısralarında yabancılaştırma kullanılmış. Öz de güme gidiyor birden. Bunda, Ay’ın milyonlarca yıllık gizinin çözülmesinin de etkili olduğunu kabul ediyorum. Neil Armstrong da bu işte günahsız değil.
 
Beşinci bölüm matla ve taç beyitlerini veriyor ve altıncı bölümde, kaside, yakarma ile noktalanıyor:
 
“Dua et ki şairin yolu hep açık olsun
Unutma: Âşıkların kutsal hâlesidir ay”
 
Biz de bir dua ile yazımızı noktalayalım:
“Sensin ‘câm-ı cihannümâ’ / ‘âyine-i âlemnümâ’” 
Zap yapmanın tadı boğazlarında kalsın
Ahmet Necdet okumayanlar.
TV kumandaları kafalarına düşsün. Ve susuz göllerde boğulsunlar! 
Şiir okumayan zavallılar.
 
Amin!