KALDIRIMLARIN İLK SERSERİSİ HANGİ ŞİİRDE KALDI?

 

 

Türk şiirinde, beni en çok rahatsız eden durum, iki şahsiyetin haksızca karşılaştırılmasıdır. Hele ki bu karşılaştırma, ideolojik ölçeklerin astigmat ışığında estetik yoksunu sonuçlarla gerçeği kör ediyorsa… Uluslararası düzeyde şiirimizin en güçlü sesi olan Nazım Hikmet’e belli çevrelerce haksızca eşitlenen, hatta cahilce bir yaklaşımın doğal sonucu olarak daha da öteye geçip Nazım’a ölü toprağı olarak serilmeye çalışılan Necip Fazıl Kısakürek, bu körlüğün en karanlık ısrarlı odağıdır. Gerici iktidarlar tarafından korunan kollanan, gizli ödeneklerden ikramiyelerle, maaşlarla ödüllendirilen Necip Fazıl, 2014 Türkiye’sinde de her fırsatta yeni Cumhurbaşkanı tarafından yüksek saygı ve hürmetle anılmaktadır. “Sosyalist” aydın ve sanatçıların bu duruma sessiz kalmaları bir yana, iktidardan görev bekler bir hoşgörü içerisindeki sessizlikleri kendilerine tarihin biçtiği düşünülen görevlerini ortadan kaldırmıştır. Adına günümüzde yarışmalar düzenlenen Necip Fazıl, yaratılmaya çalışılan yeni biat kültürünün en eski kalıntısı olarak sahnedeki rolü için başköşeyi yeniden almaktadır. Daha birkaç ay önce kurulan Müstakil Sahne Sanatları ve Eğitim Derneği (MÜSSED), Kısakürek’in elli yıl önce yazdığı üç oyunu ile tüm yurdu gezeceğini açıkladı. Bir zamanların iktidar partisi Demokrat Parti’nin lideri Başbakan Adnan Menderes’in sahip çıktığı, hizmetleri karşılığında büyük paralarla ödüllendirdiği Kısakürek’in, emeğin ve halkın sesi olan sosyalist şairlerimize ve insanımıza karşı en acımasız savaş çığırtkanlıklarıyla saldırmış bir faşist olduğunu hatırlatmayı bir aydın sorumluluğunun gereği biliyorum. Cumhuriyetin henüz bayatlamadığı taze ilk yıllarında, sosyalist şairler açlıkla, zulümle ve gericilikle savaşırken, ülkenin en tepesindeki adam, himmetini esirgememiş Necip Fazıl’a istediği ücretini devletin gizli ödeneğinden ödemiştir.

Necip Fazıl’ın para ile ilişkisi ve kaç paralık bir şair olduğunu bilen bilir, bilmeyen de bilmez. Bu yazının konusu şimdilik bu değildir. Aşağıdaki şiirle bir tartışma açmak istiyor ve sesleniyorum:

Sosyalist şair neredesin?

Günümüzde birçok “şair” arkadaşımızın, orada burada görünmek için, devletin uzantısı olan resmi kurumların ve iktidarın belediyelerinin etkinliklerinde bulunmaları nasıl bir hesabın sonucudur? Hangi hırs ve doymaz açlık duygusu besler egolarını? Yarışmalara katılmak, jüri üyesi olmak neyin ölçüsüdür? Sistem ile kol kola, çark çarka olmak neyin tescilidir? Muhalefet olmayı göze alamayan, savaşamayan, sorgulayamayan bu arkadaşlardan hiç umudumun olmadığını biliyorum artık. Çünkü bu arkadaşlar kasabın bıçağını yalamaya alıştılar bir kere. Benim derdim, genç şaire ve yeni okura karşı olan sorumluluklarımızdır sadece.

Aşağıdaki şiir, 1928 yılında Necip Fazıl’ın Necip Fazıl olmasını sağlayan en bilindik eseri olan “Kaldırımlar” adlı kitabı yayınlanmadan bir yıl kadar önce yayınlanan “Serserinin Ölümü” adlı şiirdir. Şiirin şairi, Necip Fazıl’ın sırtını sıvazlayan devlet tarafından öldürülen SabahattinÂli’dir…

Buyurun okuyalım:

 

SERSERİNİN ÖLÜMÜ

 

İki üç gece kuşu ötüşürken derinde, 


Hayaletler uçuştu bu yangın yerlerinde. 


Gölge gibi yokluğa karıştı yanık evler


Bacalar gökyüzüne uzanan iri devler 


Gibi yumruklarını karanlıklara sıktı... 


Gece ümitsizlerin kalbinden karanlıktı.

 



Bir silâhın alevi yırttı bu karanlığı, 


Görüldü bir vücudun yerinde sallandığı...


Uzakta kaybolurken hızlı koşan adımlar, 


Kucakladı kanlı bir vücudu kaldırımlar... 



 

Bir kurşunla yerlere yıkılan bir serseri


Kazıyor tekmeliyor ayaklarıyla yeri... 


Gemi halatı gibi kolları geriliyor;


Vücudu yılan gibi kıvrılıp seriliyor...


Ölümün korkusudur şimdi beynini yakan.


Bir ıstırap nehridir ağzından dökülen kan. 


Gözleri deli gibi fırlamış çanağından; 


Yaşlar yuvarlanıyor ateşli yanağından... 


Dalga dalga kan olmuş mor çiçekli mintanı, 


Göğüsünü parçalayıp çıkmak istiyor canı...


Istırap korku hüzün gözlerinde birikmiş, 


Sönük nazarlarını sabit bir yere dikmiş. 


O gözler bazan her şey bazan da buzlu bir cam... 



 

Renksiz dudaklarını araladı: 
                                    

                                      -Ah anam!..


Acı bir hırıltıyla parçalandı gırtlağı; 


Ecel çözdü hayatla arasındaki bağı.


Çenesi yana düştü gözünün feri söndü, 


Vücudundaki en son hayat eseri söndü... 


Halbuki bir zamanlar bu da kabadayı imiş, 


Bu da adam öldürmüş bu da canlara kıymış; 


Günahının tokadı onu da yere serdi: 


Kuduz köpek gibi sokaklarda geberdi...

                                                                                    1927 (Hayat, 4.6.1927)

 

Buyurun bir de buradan bakalım:

 

KALDIRIMLAR

I

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;

Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.

Yolumun karanlığa saplanan noktasında,

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

 

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.

İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;

Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

 

İçimde damla damla bir korku birikiyor;

Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...

Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;

Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

 

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;

Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.

Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;

Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

 

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;

Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!

Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;

Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

 

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;

İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.

Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;

Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

 

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;

Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!

Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;

Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

 

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;

Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,

Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

II

Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,

Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!

Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,

Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!

 

Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,

Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.

Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;

Onun taşı erimiş, senin kafatasında.

 

İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;

Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.

Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;

Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.

 

Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!

Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.

Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur,

Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...

III

Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,

Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.

Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince,

Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.

 

Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,

Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.

Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,

Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.

 

Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;

Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,

Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.

 

Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;

Bana rahat bir döşek serince yerin altı,

Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...

 

                                                                            1928