SANAT, SİYASANIN ÜSTÜNDEDİR!

 

 

Mağara duvarının kayasına yontulan şey, hem resim, hem heykel, hem de yazıdır. Gerçeğin tek düzlem üzerinde soyutlandığı bu eylemler, tarihsel gelişimleriyle birbirlerinden ayrılarak, her biri kendi alt dallarını kurmuş ve yalın gerçeklerle birlikte aralarındaki düzlemsel bağı da koparmış sanatlardır. Metanın bire-bir yansıtılması eylemiyle başlayan ilkel soyutlama, zamanla gelişerek kendi soyut dünyasının gerçeklerini kurmuştur. Bu soyut gerçekler, sık sık bilimle de desteklenmiş, mimariden resme kadar geometrik bağıntı ve hesaplardan yararlanmışlardır. Öyle ki, doğadaki nesnelerin orantı hesaplarına dayanan altın oran örneğinde olduğu gibi, yansıtmalara başvurulmuş, bilimsel estetik ürünler arka arkaya sahneye çıkmıştır. Sanat, günümüze kadar sürgit bir dünyanın tüm maddi koşullarıyla gelişirken, taştaki heykelin, duvardaki resmin, kağıttaki mürekkebin saf gerçekliğinin dışındaki etkileme gerçeğinin varlığıyla, bir üst aşama sayılabilecek soyut gerçekliği de her seferinde gözler önüne sermiştir. Goethe ve Hegel dönemine kadar yükselen estetik, “Estetik Dönem” diye açıklanmış ve tarihsel materyalist diyalektik yönteminin o sert duvarına tosladıktan sonra, ayaklarının üzerine dikilerek, iktisattan politikaya, politikadan yaşam biçimine yarar sağlayacak işçi sınıfının hizmetine sunulan yeni bir yola girmişti. Sanat, artık özgürlüğünü eline alarak işe yaramaz romantizmden kurtularak proleterya ile özgürleşecekti… Varsındı, temel ilkeleri bir yana, Hegel’in devlet düşmanı saydığı sanat da yıkılsındı…

“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir.” Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasının üzerinde K. Atatürk imzasıyla yazılı olan bu felsefesel önerme, batıl inançlara karşı bir duruşu sergilemekten öte, mantıksal olarak ne ifade etmektedir? Önerme, ne kadar bilimsel ise, bilim de o kadar felsefedir. Bilimin, kendisini savunmayı, felsefeye bırakarak paradoks bir durumu gözler önüne serdiği görülmekte. Bilimin, bu avantajlı görünen durumundan kendisinin haberi var mı? Yok! Bilimi yücelterek tepelere çıkaran önerme, varlığının da bağlı bulunduğu felsefeyi bilimin altında bir yerlere mi itmekte? Ya da sanat siyasanın altındadır, yanındadır, üstündedir diyen önermeler zinciri ne kadar sanattır ne kadar siyasettir. Bir felsefesel düşünceye ait olduğu için, sanattan çok siyasete yakın durmakta olan bu önermeler, sanatı nereyekoyabilir? Kendi anlayışının dışındaki sistem ve önermelerle tanımlanmaya çalışılan disiplinler felsefeden ne alabilirler, sanata ne katabilirler?

Sanat, özü gereği, hiçbir kural tanımamakla birlikte, düşünce akımlarının üzerine kurulabilir. İdeolojilerin (düşüngülerin) de üzerine kurulabilir. Öyle ki, bu önermemizi yadsıyarak, sanatı düşüngülerin altına koymayı önerecek olan önermelerle birlikte sanat, kendisini yeni bir boyutta, yine bir düşüncenin üst aşaması olarak yukarılara taşır. Sanat üzerine söylenen ve önerilen savlar ise, sanatın altında bir göstergebilim ya da bir öneribilim çalışması olarak ele alınabilecek yöntemlere kapı aralar. Felsefenin ise, Platon’dan başlayarak, sanata her zaman dost olmadığı, bilinen tarihsel bir gerçekliktir. Ama bütün bunlar, sanat adlı gezegenlerin çekim gücü etrafında biriken toz bulutlarıdır. Varoluşları, diyalektik materyalist çözümlemelerle açıklanabilecek olan, her biri kendi başına bir psikolojik eylemi ortaya koyan sanat akımları, duygusal düşünce ile beslenir. Öyle olduğu için de, örümceğin ağı, arının peteği, naitilus’un kabuğu, kelebeğin kanadı, leoparın kürkündeki deseni sanat eseri sayılamaz. Bire-bir yansıtmayla çizilerek taklit edilen bir örümcek ağını yapan kişinin sanatçı olamaması da aynı nedene bağlıdır. Av ve avcı arasındaki bir köprü olmakla örümcek ağının insana yansıması sanatı başlatabilir. Bu başlatma, sanatın metaforlarını terim olarak yaratır ve sistemlere açılan bir değerler sistemini adım adım tamamlar. Sanat, duygular yoluyla düşündüren bir eylem halini almak zorundadır.

Yükselişini, temelinin derinliği ve genişliği ile doğru orantılı olarak güçlendiren sanat, tarih ile dünya görüşü arasındaki ayrılmaz bağın, izleyicilerde, okurlarda, eşzamanlı olamayacak mesajını duygusal önermelerle iletir ya da mesajların alımına yardımcı olur. Bu anlamda, sanatı ortaya koyup ileten gibi, algılayanlar da ancak, bireysel tutumlarıyla sanata yaklaşabilir, sanatı sanat yapanın toplum değil, birey olduğu kesinleşmiş olur. Tarih, sanatın derinliğini açıklar, dünya görüşü ise, ekinden felsefeye, felsefeden, düşüngülerin örgütlü yayılımına (interlandına) ilişkindir. 

Tikel bir bilgi türü olmakla sanat, kendi kural ve teorilerini kuran ve kurduğu teorilerle kendi sistemlerini de tümel yaklaşımların tümel sınırları içerisinde yaratan düşünsel yaklaşımlardan keskin bir çizgi ile ayrılır. Keskin çizginin bir tarafında düşünceyi, diğer tarafında ise duyguyu görebiliriz. Sanatı siyasetten, siyaseti sanattan ayırtan bu çizgi, zaman zaman siyasetin sanata, sanatın da siyasete yaklaşımıyla, birinin yek diğerini açıklama ve değiştirme çabaları nedeniyle, bulanıklaşan bir durum alır. Oysa, duygusal düşüncenin ürünü olmakla sanat, ağlama-gülme gibi yalın duygusal durumları yansıtmakla kalmaz, nesne ile ilişki halindeki düşüncenin duygu ile yoğrulmuş bileşik yeni durumunu yeniden ve yeniden ortaya koyarak billurlaşır. Kabaca, netleşme de diyebileceğimiz bu billurlaşma, sanatın türlerinin ayrışmasının kesin sonucudur. Diyalektik bir çözümlemeyle, mağara duvarında yek düzlem üzerindeki kolektif sanatlar büyüyerek, kendi krallıklarını yaratmışlardır. Bir üst aşamada resim, müzik, heykel ve şiir, opera, bale, tiyatro ve sinemanın düzleminde yeni yeni birleşmeleri ortaya çıkarır.

Bu bileşik özelliğiyle sanat, rafine durumuyla hem düşüngüleri besler, hem de salt düşünceye dayandığını kendileri de savlayan bu akımlarla duygusal nedenlerden ötürü ayrı düşer.

edebiyat-koop manifestosunun ilk maddesinde yayınladığımız  “SANAT BÜTÜN SİYASANIN ÜSTÜNDEDİR!” savımız, mesleğimiz diye kabul ettiğimiz edebiyatı, dünyayı anlamakta, açıklamakta ve değiştirmekte kullanacağımız birincil yol olarak görmemizdendir. Daha şimdiden, bizlere, “karşı devrimci”,  “postmodern”, “sağ sekter”, hatta, “Maocu”, “orducu” … diyenler çıktı. Küçük tepeciklerin ardındaki çukurlarda saklanan zavallıların bu salvo atışları bizleri yıldıramaz. Siyasal bir örgüt olarak çıkmadığımızı, amacımızın bir ideoloji örgütüne dayanmadığını ve kimsenin de bizlere dayanarak yol alamayacağını, mağara dönemi özlemiyle yaşayan ve Güneş’i gaz lambasından kutsal sayanlara, derslerini bir kez daha çalışmaları gerektiğini hatırlatmak isteriz.

 

edebiyat-koop Kasım-Aralık 2004