VE NİHAYET: NİHALİZM

 

 

“Tutukevlerinin kapılarını açın, orduyu terhis edin!”

1924 yılında yayınlanan La Re’volution Surre’aliste,  dergisinin ikinci sayısı, yukarıdaki cümleye vurgu yaparken 9-10. sayıda ise, ruhsal otomatizme (ruhsal otomatizm, düşüncenin her tür mantık kuralı ve doğmanın dışında, serbest ve yalın hali olarak algılanan düşün gücünün serbest çağrışımına) bağlı kalınıp, meşhur soru sorulmaktaydı:

“Aşkın yerine ne koymayı umarsınız?”

Tam da gelecek umudunu yitirmiş bir toplumda fütürist bir şiiri savunmak ve yaratmaya çalışmak tüm fütursuzluğu ile Marinetti’ in fütürist manifestosu ile boy gösterdi. Adeta Formula 1 yarışlarının reklam sloganı niteliğini taşır. Fütürizmin tüm savaş çığırtkanlığı karşısında dili tutulan bir kekeme tepki ile Dada’nın çıkması uzun sürmedi. 

Bir bakıma fütürist de sayılan Nazım Hikmet’ e rağmen, Cumhuriyetin ilk yıllarında yeniden gündeme çıkan, çıkartılan Orhan Veli, anın ve nostaljinin bilindik şairi olarak varlığını devam ettirir. Çünkü Orhan Veli, bilindik, alışıldık, yaşanmış tecrübeleri şiirine taşımıştır. O’nu anlamak için çok kafa yormaya gerek yoktur. Sokrates’in bilginin doğuştan geldiği savını doğrular nitelikte; anımsama yeterlidir. Salt kendi yaşadığımız hayat üzerine dayanmayan bir sezgiden başka bir şey değildir. Başkalarının yaşadığı da olabilir.

Süleyman Efendi’nin nasırı ya da bilmem kimin basuru…

Uzun soluklu tüm şairlerin, dönemlerinin felsefe akımları ile doğrudan ilişkileri olduğu, bazı akımlara girip bazı akımlardan çıktıkları; ille de devrimci bir sanatın çabasını çıtasını zorladıkları gerçeğini yadsıyamayacağımıza göre, şiirin dönem ve felsefe akımı gibi ne hocası olabilir ne de kocası. Şiir kimsenin emir eri olmadığı gibi, generallik gibi savaş komutanlığı da yapmaz. Borazancılık ise, müzik enstrümanları arasında vasat çalgıcılığın en daniskasıdır. Nazım’ın şiirinde de kendi hayatının dışında,  başka hayatların anlatıldığına tanıklık ederiz. Yalnız, ikisinin şiirinin başlıca belirgin farklılığının, legal-illegal ilişkisi gibi kesin bir ayırımla tanımlanabilirliği göze çarpmakta. Kuşkusuz her ikisi de kurgunun gücü ile yazmışlarsa da, Nazım, kurguyu da kurgulamakla Orhan Veli’nin önünde yer alır.

Kimse, burada, hangisi büyük şair tartışması çıkarılacak ve yargılama çıkacak diye sevinmesin! Bu satırlarda büyük-küçük anlayışı bulunmamakla beraber, aşkı şiirle sorgulamaya, gerçek şiiri aşkla, aşkı da şiirle sınamanın önemine değinmek niyetindeyiz. Bir şairin adının yanına yakıştırılan başka cenahların herhangi bir şairi, en az diğeri kadar önemlidir. Kimse kusura bakmasın! Yoksa vasat bir akıl seviyesinin ürünü olan genel okur, politik dönemlerde sağ-sol diye ayrılırken, apolitik dönemlerinde ise, maç ve müsabakalarla partizanlık geleneğini sürdürür. Adam tutmacılık alır başını gider.

Geçtiğimiz günlerde yaptığımız bir şiir programında Mustafa Öneş hocamız hep söylediği bir sözü tekrar etti. Günümüzde yazılan şiirin hâlâ İkinci Yeni çizgisinde olduğunu dile getiren hocamızın ifadesi dönemsel bir gerçekliğe parmak basıyor. Birinci Yeni veya İkinci Yeni ne fark eder? Gerçekten bunun saf şiir adına bir önemi var mı? Önemli olan bir yeninin ardından başka bir yeninin çıkabilmesidir. Günümüzün şiiri, geçmişte olduğu gibi iyiye akmaya devam ediyor. Taklidin taklidini, yaşarmışgibiliğin yaşarmışgibiliğini, şiirin şiirini yazmaya devam eden bütün vasatlara rağmen.

Aşkın yerine şiiri koyacağım, şiirin yerine de aşkı.

Nihal’i tanımıyorum. Gerçekten tanımıyorum. Tanırsam O’na şiir yazacağım.

 

Hurufat - Aralık 2010’da yayınlandı.